VII. BÖLÜM
BELA ÇÖLÜNDE YALNIZ VE YARDIMCISIZ!
Şimdi veda vaktiydi; tarihin en hazin vedası için vakit gelmişti. Ailesini kimlere emanet edip de gidecekti? Arkasında Peygamber ailesinin gelinleri, kızları, çocukları varken karşısında hunhar ve cani bir münafık topluluğu vardı.
İmamın meydanda tek olduğunu gören ailesi feryat figanlar ettiler, dayanılmaz üzüntülerini açığa vurdular. İmam bundan çok etkilendi. Kendi mazlumiyetini ve düşmanının namertliğini bir kez daha tarihin kulağına haykırmak için düşmana doğru ilerledi. Son kez hücceti tamamlamak kötüye kötülüğünde mazeret bırakmamak için bir hitapta bulundu:
“Acaba Allah Rasulü’nün ailesinin hürmetini savunacak kimse yok mudur? Bizim hakkımızda Allah’tan korkan bir tevhid ehli yok mudur? Sesimizi duyup da Allah için yardıma gelecek biri yok mudur?”(65)
Binlerce mektupla İmam Hüseyin’i Kufe’ye davet eden Kufe halkından oluşan bu kocaman sözde insan yığınından hiçbir cevap gelmedi. Hiçbir vicdan korku ve tamah duvarlarını yıkıp da evet ben, ben varım diyemedi. Halbuki onlar bu çağrının gerçek muhataplarıydı. Davet edenin misafirinin çağrısına kulak vermesi gerekmez miydi?
Bu defa İmam Hüseyin (a) yerde yatan hak şehitlerine dönerek şöyle seslendi:
“Ey Habib ibn-i Mezahir, ey Züheyr bin Kayn, ey Müslim bin Avsece! Ey kahramanlar, ey cengâver savaşçılar! Neden sizlere seslendiğimde beni duymazsınız, sizi çağırdığımda bana cevap vermezsiniz? Sizler uyudunuz da ben uyanmanızı mı istiyorum, yoksa imamınıza olan sevginiz bitti de ondan mı yardıma koşmuyorsunuz? İşte bunlar Peygamber hanedanının kadınlarıdırlar ki sizden sonra bir hamileri yok! Uyanın ey saygın ve değerli insanlar! Uyanın da bu azgın ve alçak topluluğa karşı Peygamber ailesini savunun.”(66)
Bu sözleri duyan kadınların feryat figanları yükseldi. Bu sözleri duymak en çok da çadırda hasta yatağında bulunan İmam Zeynülabidin’i kahrediyordu. Rengi solgun, takatsiz olduğu halde dayanamadı ve çadırdan dışarı çıktı. Bir sopaya yaslanarak zor doğruluyordu ama kılıç taşımaya bile yetecek gücü yoktu. İmam Hüseyin (a) fark edince Ehlibeyt hanımlarına, “Onu geri götürün ki yer yüzünden Peygamber evlatları eksilmesin.” diye buyurdu.(67)
Evet, ilahi hikmet, Peygamber neslinin devamından yana tedbir almıştı. Peygamber hanedanının sağ kalmış olan tek yetişkin erkeği İmam Hüseyin’in oğlu İmam Zeynülabidin ağır bir hastalık sebebiyle savaşamamış ama Kerbela’nın bütün musibetlerini mübarek kalbinde toplamıştı. Hz. Ali Ekber’e, Hz. Abbas’a, Kasım’a… inen bütün kılıçlar, mızraklar onun da yüreğini yaralamış ama mecburen yatağında sabretmişti.
Şimdi babasının sesini duyunca sabır kâsesi doluvermiş ama yine İmam’ın emriyle geri dönmüştü. O’nun ilahi risaleti de Kerbela’dan sonra başlayacaktı.
İmam Zeynülabidin Kerbela’dan sonra İslam’ın maneviyatını, ahlakını, Allah’ın kitabını ve ceddi Rasulullah’ın sünnetini insanlara hakkıyla öğretmenin yanı sıra, ömrü boyunca Kerbela’yı insanlara hatırlatmış, İmam Hüseyin’in verdiği kanlı mesajın unutulmasına engel olmuştu.
Meydana gidecek olan İmam Hüseyin (a) için bir gömlek getirdiler. İmam gömleği giymeden önce birkaç yerinden yırttı ki düşman üzerinde görüp tamah ederek mübarek vücudunu soymasın. Ne yazık ki bu gömleği bile İmam’ın üzerinde bırakmayacaklardı.
Altı Aylık Şehit
Savaşa hazırlanmışken daha altı aylık olan bebeğini kucağına alıp meydana doğru geldi. Günlerdir herkes susuzdu. Minik yavru Ali Asgar da susuz olan annesi Rubab’dan yeterince süt emememiş ve bitkin düşmüştü. Ali Asgar’ı elinin üzerine alarak düşmana gösterdi. İmam böylece hiçbir suç atılamayacak olan bir bebeğin susuz bırakılmasının bir bahanesi olamayacağı gerçeğini tarihin gözüne sokuyor, uğradığı haksızlığın ne kadar büyük olduğunu herkese ilan etmiş oluyordu.
Düşman ordusundan usta bir okçu olan Hermele bin Kahil bunu bir fırsat olarak gördü. O da elini Peygamber hanedanının kanına boyayarak Yezid ve Yezidilerden bir ödül alabileceğini düşünüyordu. Öyle bir ok fırlattı ki minik Peygamber torunu Ali Asgar’ın incecik boğazını biçti. Yavrunun boğazı kesildi ve kundağı kanlarıyla sulandı.
İmam Hüseyin (a) kucağında oklanan yavrusunun acısıyla ağlarken akan kanlarını avucuna toplayıp göğe serpti ve şöyle buyurdu:
“Bütün bunlara (tahammül etmeyi) bana kolaylaştıran şey Allah’ın huzurunda gerçekleşiyor olmasıdır.”(68) Bazı kaynaklara göre İmam Hüseyin (a) yavrusunun kanlı kundağını kardeşi Zeyneb’e teslim etti; bazı kaynaklara göre ise İmam kılıcıyla küçük bir mezar kazıp yavrusunu mezara koydu. Ali Asgar’ın annesi Rubab Hanım çok değerli bir hanımefendi idi. Büyük bir aşkla sevdiği kocası İmam Hüseyin (a) ve yavrusu Ali Asgar’ın acısına rağmen Kerbela’da metanetini korumuş ama Kerbela’dan sonra bu acıların yükünü uzun bir süre taşıyamamıştır. Hz. Rubab musibet ve ağlamakla geçen bir yılın ardından vefat etmiştir.
İmam Hüseyin (a) Savaş Meydanında
İmam Hüseyin’in vedasının hüznü herkesi kuşatmıştı. Herkesin gitmesine katlanılırdı ama İmam Hüseyin’in gidişi çok başka bir şeydi. Bu bela çölünde savaşa gidip de dönen oldu mu ki? Evlenirken kocasına, beni kardeşim Hüseyin’den ayırmayacaksın, diye şart koşan Hz. Zeyneb şimdi kardeşinin ardından nasıl baka kalacaktı?
Eşini canından çok seven Rubab, İmam’ın zalimlerin kılıçları mızrakları arasında kalışını nasıl görecekti?
Babalarına doymamış kızlar, babalarının göz göre göre ölüme gitmesini nasıl seyredeceklerdi?
Feleğin çarkı dönüyordu. İmam Hüseyin (a) gerekeni yapacaktı. İslam’ın İmam Hüseyin’in bu mazlumca yalnızlığına ihtiyacı vardı. İşte şimdi İmam Hüseyin (a) meydandaydı. Cihad elbisesini kuşanmış, kılıcını çekmiş, kendisine ya biat ya ölüm diyenlere meydan okuyordu.
Yalnızdı, yardımcısızdı ama Hayber Fatihi, Allah’ın aslanı İmam Ali’nin oğluydu. Üzerine gelmeye kimse cesaret etmiyordu hatta o ilerleyince onlar geri çekiliyorlardı. Bunda hem İmam Hüseyin’in heybeti ve eşsiz yiğitliği hem de karşı tarafın suçluluk hissi içinde olmasının tesiri vardı.
İmam bir süre savaştı. Yaralar almıştı, oklara hedef olmuştu ama hala güçlü ve dimdikti. Dönüp çadırlara geldi. Ardından ağlaşan hanımları sabırlı olmaya, seslerini yükseltmemeye davet etti. Sonra İmam Zeynülabidin’in yanına gitti. Vasisi ve kendisinden sonraki Ehlibeyt imamını bir kez daha görüp konuşacaktı.
Bazı tarih kayıtlarına göre İmam’ın çadırlarda olduğu bu esnada çadırlara ve İmam Hüseyin’e bazı saldırılar olmuş ailesi dehşete kapılmıştı. Tekrar savaş meydanına döndü şehitler efendisi.
Meydanda yine fırtınalar koparıyor şecaatle savaşıyordu. Savaşırken arada atını çadırlara yakın bir yere doğru sürüp yüksek sesle “La havle vela kuvvete illa billah” diye sesleniyordu. Böylece kadın ve çocuklar İmam’ın sesini duyup az da olsa rahatlıyorlardı. (69) Birkaç kez böyle gidip geldikten sonra Şimr bir grupla beraber İmam’ın dönmesine engel olacak şekilde kendisini kuşattı. İşte böyle bir vaziyette iken tarihe geçecek şu özgürlük mesajını vermişti:
“Eğer bir dininiz yok ve ahiret gününden de korkmuyorsanız bari dünyada özgür insanlar olun”(70)
Şimr ve kumandasındaki piyadeler İmam Hüseyin’i sarmışlardı ancak kimse öne çıkmak istemiyor; Şimr, saldırın diye teşvik ediyorsa da kimse ileri adım atmıyordu. Şimr okçulara ok atmalarını emretti. İmam’ın mübarek vücuduna çok sayıda ok saplandı. İmam geri çekildi ama düşman etrafından dağılmamıştı. Çok yorulmuş, vücudundaki yaralar ve susuzluk kendisini bitkin hale getirmişti. Bu yüzden biraz dinlenmek istiyordu.
İmam yaralı ve başından kanlar akıyorken, yaşı çok küçük olduğu için kadınların arasında bulunan İmam Hasan’ın küçük oğlu Abdullah, amcasının durumunu görüp dayanamadı ve kadınları aşarak savaş meydanına doğru koştu. Bir yandan da düşmana karşı feryat edip amcasını savunan sözler söylüyordu. İmam onu durdurmalarını söylediyse de artık geçti ve hanımların ona yetişmesi imkansızdı.
Abdullah aziz amcasına ulaşmıştı. Düşman ordusundan bir melun o arada İmam Hüseyin’e bir kılıç indirdi. Minik elleriyle amcasını savunmaya gelen Abdullah elini ileri uzatınca, kılıç elini yaprak gibi biçti ve eli derisiyle kolundan asıldı. Zırhsız, silahsız, korumasız yavru İmam’ı kuşatan çakal sürüsünden başka darbeler de aldı ve şehit oldu. İmam Hüseyin’in kalbinde yeni bir yara açılmıştı. Bağrına basıp “amcan seni koruyamadı” diye yakındı ve dua etti Abdullah için.
İmam Hüseyin (a) savaş meydanında atının üzerinde iken mübarek alnına bir taş değip anlını kanattı. İmam, akan kanları gömleğinin eteği ile silmek isterken üç uçlu bir ok mübarek kalbine saplandı. (71) Malik bin Nusayr isminde bir melun kılıçla İmam’ın başını hedef aldı ve İmam’ın miğferinin bağı kesildi.(72) Zer’a bin Şerik de İmam’ın sol omzuna bir darbe vurdu. Ardından Sinan bin Enes de İmam’ın mübarek boğazına bir ok sapladı. Ardından Salih bin Vahab(73) öne çıkıp öyle bir mızrak vurdu ki İmam bir daha kalkmamak üzere sağ yanı üzerine atından yere düştü.(74)
Peygamberin öz torunu, hidayet meşalesi, Allah’ın aslanının aslan oğlu şimdi atından yere düşmüştü. Etrafını saran sırtlanlar adeta güneşi gökten yere indirmişçesine mutluydular. Kalbi zifiri geceden daha karanlık olan Şimr ve adamları İmam’ın üzerine doğu geliyorlardı. Şimr hadi bitirin işi diyordu etrafındakilere ama kimse üzerine alınıp yanaşmıyordu.
Sonunda Huli bin Yezid’e seslenerek ona İmam’ın mübarek başını kesmesini emretti. Huli yaklaştı ama eli ayağı titremeye başlayınca bunu yapamadı. Sonunda Şimr’in(75) kendisi atından inip İmam’ın mübarek başını bedeninden ayırarak Huli’ye verdi.(76)
İmam Hüseyin’in mübarek başı bedeninden ayrıldığında vücudunda yetmişin üzerinde kılıç ve mızrak izi vardı.(77)
Kararmış vicdanlar, korku ve tamah duvarlarıyla çepeçevre kuşatılmış kalpler, kurtuluş gemisinin üzerindeki elbiseler ve eşyaları yağmaladılar hatta son giyindiği yırtık gömleği dahi üzerinde bırakmadılar.
Bütün bunlar olurken İmam Hüseyin’in sevgili kız kardeşi Hz.Zeynep küçük bir tepe üzerinden olan bitene bakıyor, adeta ölüp ölüp diriliyordu. Kardeşi kendisine gereken vasiyetleri yapmış, sabırlı olmasını tavsiye etmişti. Hz. Zeynep bu işin burada bitmediğini ve bu kıyamın artık İmam Hüseyin’in omzundan kendi omuzlarına geçtiğini biliyordu. Bu yüzden bir dağ oldu da kalbine inen bütün musibetlere tahammül etti.
İmam Zeynülabidin’in de hasta olması sebebiyle artık İmam Hüseyin’in mesajını Hz. Zeynep bayraklaştırıp diyar diyar gezdirecek ve bütün ümmete duyuracaktı.
65- Harezmi, Maktel ul’Huseyn c. 2 s. 32; Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf, s. 116
66- Harezmi, Maktel ul’Huseyn c. 2 s. 32
67- Harezmi, Maktel ul’Huseyn c. 2 s. 32
68- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 117
69- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 119
70- Tarih-i Taberi, c. 5 s. 450
71- Harezmi, Maktel ul’Huseyn c. 2 s. 34; Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 120
72- Tarih-i Taberi c. 5 s. 448; İbn-i Esir, El-Kamil Fittarih, c. 4 s. 75
73- Başka bir rivayete göre Sinan bin Enes
74- Tarih-i Taberi, c.5 s. 453
75- Başka bir rivayete göre Sinan bin Enes
76- Tarih-i Taberi, c. 5 s. 453
77- Mes’udi, Muruc uz’Zeheb, c. 3 s. 258
Yorumlar