Muhammed’i (s) Ali (a) Gibi Sevmek!

Dünyada Ali’nin (a) kalbindeki Muhmammed (s) aşkından daha saf, daha duru, daha temiz, daha güzel ve daha harika bir şey var mıdır acaba? Varsa eğer, o da Fatıma’nın (a) Muhammed’e aşkı olabilir ancak…

Dünyada yarışacak en büyük iki sevgi Ali’nin ve Fatıma’nın Muhammed sevgisidir.

Acaba Ali mi Muhammed’i daha çok severdi, yoksa Fatıma mı?

Bu konuda değil bir yargıda bulunmak, hatta konuşmak bile benim gibilerinin haddini çok çok aşar…

Evet, gerçekten de Muhammed sevgisini Ali’den öğrenmemiz lazım.

Söz arasında, sanki fırsat kolluyordu şu kelimeyi telaffuz etmek için: Habibim Rasulullah!

Muhammed’in adı gelince Ali’nin kalbinde tufanlar kopardı.

Muhammed fani dünyada kendisini yalnız bırakıp göçtüğünde, gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşanıyordu Ali’nin.

Allah’ın aslanı iken, bu engin aşk onu, yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi ağlatıyordu ve şöyle demişti: “Her musibette sabır güzeldir, senin ayrılığında ise sabır bitiyor…”

Ne Bedir ne Uhut, ne kızgın çöllerde kılıç sallamak, ne de cahil ümmetin ihanetleri… Hiçbiri Ali’yi (a) Muhammed’in ayrılığı gibi acze düşüremezdi. Onun sabrı büyük bir okyanus gibi engin ve derindi. Ama işte Habibinin ayrılığı söz konusu olunca o okyanus aniden kuruyordu sanki.

Nasıl bir sevgiydi bu. Ölümlerden ölüm beğendiren, canı cananı feda etmeyi bile küçük düşüren bir sevgi!

Ali’nin Muhammed aşkı!

Ali’nin Peygamber aşkı!

Allah aşkıyla mezcedilmiş, ilahî bir aşk!

Ali, Muhammed’in yanında uyumaya, yemeye, dinlenmeye ihtiyacı olmayan, bütün aklı fikri efendisinin emrini yerine getirmek olan sabırsız bir âşıktı.

Ali Muhammed’in yanındayken, kalbi elinde dolaşırdı. Her an kalbi ve canı avucundaydı. Her zaman habibine takdim edilmeye hazırdı. Yeter ki o istesin. Verilemeyecek ne olabilirdi ki? Yeter ki Rasulullah buyursun. Ali her fırsatta “anam, babam ve canım sana feda Ya Rasulellah” deyip durmaktaydı.

Allahım! Bu ne güzel bir sevgi! Bu ne büyük sadakat.

Dünyada ne kadar güzel günler görmüştü ise Ali, o günler tam da Muhammed’in yanı başında olduğu günlerdi. Gerçi hep savaş, hep mücadele ve kaygı dolu zamanlar idi ama yanında Muhammed vardı ya gerisinin ne önemi olabilirdi.

Yatağına yatmıştı hatta. Belki O’nun aşkı uğruna bir mızrak darbesi yerim umudu vardı… Dilinden düşürmediği “feda olmak” sözünü amele dökmekteydi. Çünkü Ali söz değil amel adamıydı. O yatağa yatarak her zaman ağzıyla söylediği “canım sana feda” sözünü bu sefer fiiliyata dökerek söylüyordu. Hem de hiç tereddüt etmeden, hiç çekinmeden.

Muhmmed onun için mutlak aşk, mutlak güzellik, mutlak iman demekti.

O’na her şeyi ile teslimdi, O’na her şeyi ili bağlıydı. Peşinden giderdi adım adım… Hatta ayrılık yıllarında şöyle anlatmıştı bu durumu: “Ben yavru devenin annesini takip etmesi gibi Allah Resulü’nü takip ederdim”

Ali Muhammed aşkının en güzel tecellisi idi. O ümmete, Muhammet nasıl sevilir, en güzel şekilde gösteriyordu. Her zaman canını onun canına siper etmeye hazırdı. Her zaman emrine amâde idi. “Canım sana feda Ya Resulallah!” derdi. Bunu öyle bir söylerdi ki, bütün varlık âlemiyle birlikte, efendisinin önünde bir kurbanlık gibi boğazlanmaya canı gönülden hazır olduğunu belli eder gibi olurdu.

Ali’nin kalbi, Allah Resulü’nün kalbiyle sanki aynı kasnakta ilahi aşkla örülmüş tek bir nakış gibiydi.

Muhammed sevgisi Ali için sıradan bir sevgi değildi. Hatta dışarıdan bir sevgi de değildi. Onun için Muhammed sevgisi, var olmanın tümü idi.

Aslında bu aşka hiç şaşırmamak lazım.

Bu derece hayran, bu derece âşık, bunca tâbi, bunca emre amade iken, aynı zamanda asla edepte kusur etmezdi.

Herkes elini Ali’nin sırtına koymuştu: “Haydi Ya Ali! Git, Peygamber’den kızını iste! Kimseye vermediği Fatıma’yı (s) sana verir. Fatıma’yı senin için sakladığı belli! Git iste Fatıma’yı!”

Ama Ali gidemiyordu. Allah’ın arsalının güçlü ayakları titriyordu adeta. Habibinin karşısına geçip kızını istemeye utanıyordu.

Ali Muhammed’den kendisi için hiçbir şey istememişti ki…

O, habibinin isteklerine, emirlerine koşmayı seviyordu.

Ali “Lebbeyk Yar Resulallah” demeyi seviyordu.

Şimdi kendisi için bir şey istemesi gerekiyordu. Ayakları titriyor, yüzü kızarıyor Allah’ın aslanının.

Nasıl titremezdi?

Kimden, kimi isteyecekti?

Muhammed’den canının parçasını istemek kolay mıydı?

Fatıma’yı istemek kolay mıydı?

Allah’ın aslanı da olsa titrer. Titremeli!

Daha sonra Ali çokça hatırlayacaktı. Özellikle Fatıma’sını iki eliyle toprağa verdikten sonra o günler gözünde tütecekti.

Utana sıkıla Resulullah’ın huzuruna varmıştı. Tam karşısında oturup yere bakıyordu. Her zaman bakmaya doyamadığı nur çehreye bu defa bakamıyordu. Utanıyordu. Başını yerden kaldırmadan konuşmaya başladı:

Ya Resulallah!

Anam babam size feda olsun!

Ben daha küçücükken, beni amcanız Ebu Talip ve Fatıma Bint-i Esed’den aldınız. Yediğinizden bana yedirdiniz. Bana kendi edebinizi öğrettiniz. Bana annem babamdan daha şefkatli oldunuz…

Bunları ve başka bazı şeyler söyledikten sonra, son cümlesini söyleyerek rahatladı:

Kızınız Fatıma’yı benimle evlendirir misiniz?

Ali’nin Peygamber aşkı elbet ki karşılıksız değildi. Efendiler efendisi de Ali’yi çok seviyordu. O kadar ki “yaratılanlar içinde bana en sevgili olan Ali ve Fatıma’dır” buyuruyordu.

Hem Haydar-ı Kerrar Ali Murtaza rahatlamış hem de Peygamberin intizarı bitmişti. Çünkü Ali’nin Fatıma’yı istemesini o da sabırsızlıkla beklemekteydi.

Ne oldu sonra?

Sonra Ali ile Fatıma yani varlık âleminin en büyük “iki peygamber aşığı” birlikte bir aşk yuvası kurdular. Öyle bir aşk yuvası ki, bütün dünyaya “Muhammed aşkını” taşıdılar.

Nasıl ki bir nehir geçtiği her yere hayat taşır, aktığı her yerde güller, çiçekler biter, meyveler çimenler biter, Ali ve Fatıma yuvası da sonsuza kadar akacak bir “Ehlibeyt ırmağı” oldu ve nesilden nesle herkese “Peygamber nasıl sevilir” öğrettiler.

 

DERT ELÇİSİ

Sen Rahmân’ın rahmetinin

Ey en parlak tecellisi

 

Sen karanlık şu dünyanın

Ey en coşkun nur çeşmesi

 

Sen kulluğun, insanlığın

Ey en kâmil âbidesi

 

Sen batılın karşısında

Ey hakikat temsilcisi

 

Sen Kureyş’in yetimiyken

Ey kâinat efendisi

 

Sen son gelen peygamberken

Ey mahlûkat birincisi

 

Sen o nübüvvet tâcının

Ey en kutsî nur incisi

 

Sen hiç mektep görmemişken

Ey ilimler medinesi

 

Sen bu halkın halikinin

Ey en üstün habercisi

 

Sen çekinen kulaklarda

Ey Allah’ın kutlu sesi

 

Sen kederli yüreklerin

Ey en müşfik tesellisi

 

Sen tebessüm sembolüyken

Ey en dertli dert elçisi

 

Ersan Baydemir

1998