Adalet,Cebr Ve İrade -1

Adalet,Cebr Ve İrade -1

Adalet,Cebr Ve İrade -1

Cebr ve İhtiyar ( insanın fiillerinde mecbur veya irade sahibi olması)

Hicret’in ilk yüzyılının ortasından itibaren Kelâm’ın meşgul olduğu konular ortaya atılmıştır ve bu konulardan da ilki “cebr ve ihtiyar” olmuştur. Bu konu birinci sırada “insan”ın sorunlarından birisidir, ikinci sırada ise bir “ilâhiyat” sorunu veya “bilim” sorunudur. Şöyle ki: Ne olursa olsun, bu sorunda konu olan yine insandır: İnsan “muhtar” mıdır, irade ve seçim yeteneği var mıdır? Yoksa “mecbur” mudur? Bu yetenekten yoksun mudur? Bu sorun, insanı doğrudan doğruya ilgilendiren bir sorundur.

Sorunun diğer yönü de Tanrı veya Doğa’ya (Tabiat’a) ilişkindir: Acaba ilâhî irade, ilâhî meşiyyet , ilâhî kaza ve kader, yahut zorunlu etkenler tabiattaki determinizm ve nedensellik düzeni insanı özgür mü bırakmıştır? Yoksa “mecbur” mu kılmıştır, irade yeteneği yok mudur? Konuya bu açıdan bakılınca da, İlâhiyat veya müspet ilimlerin bir sorunu ile karşılaşıyoruz demektir. Bu sorun her şeyden önce ilk sırada insanı ilgilendiren bir sorun olduğundan ve insanın yazgısı ile ilişkili bulunduğundan, felsefe veya bilimsel düşünce alanında biraz behresi olup da bu konu üzerinde
düşünmemiş olan bir insan bulunması belki de mümkün değildir. Nitekim düşünme sürecinin belirli bir aşamasına ulaşmış olup da bu sorun ile uğraşmamış olan bir toplum da bulunamaz.

İslâm toplumu da, birçok sebepler dolayısı ile, hızlı bir süreç sonucunda ve kısa zamanda, bilimsel düşünce aşamasına ulaştı ve ister istemez, ilk uğraştığı sorunlar arasında da “cebr ve ihtiyar” sorunu yer aldı. Bu sorunun kısa bir zaman sonra Hicret’in ilk asrında İslâm toplumunun gündeminde yer alması olgusu için başka etkenler aramamıza gerek yoktur. Bu sorunun İslâm Dünyası’nda ortaya çıkmış olması çok tabiî idi. Ortaya atılmamış olsa idi, o takdirde “acaba böyle bir toplumda bu soruna hiç önem verilmemiş olması nedendir?” diye sorulması gerekecek idi.

İslâm toplumu, dinî bir toplum idi. Müslümanların din kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’de de “cebr ve ihtiyar”, “kaza ve kader”, “ceza ve mükâfat” gibi konulara sık rastlanır. Bizzat Kur’ân-ı Kerim; ayetleri üzerinde düşünmeye çağırmakta olduğuna göre, Müslümanların Kur’ân-ı Kerim üzerinde düşünmeleri ister istemez cebr ve ihtiyar konusu üzerinde durulmasına yol açacaktır.

Adl Sorunu

Cebr ve ihtiyar konusu doğrudan doğruya “adl” konusunu da gündeme getirecektir. Çünkü bir yandan ihtiyar (seçme ve isteme, irade yeteneği) ile adl arasında, diğer yandan da cebr ve nefy-i adl (adaletin yadsınması)
arasında doğrudan ilişki vardır. Diğer bir deyiş ile, ancak insanın seçme ve isteme yeteneği, ihtiyar kabul edilirse insanın sorumluluğunun (teklif) ve amelinin, eyleminin karşılığını görmesinin, adil ceza veya mükâfat kavramının bir anlamı olabilir. İnsanın özgürlüğü ve seçim yeteneği yoksa, ilâhî irade veya doğal etkenler karşısında eli-kolu bağlı ve mecbur ise, artık insanın yükümlülük ve sorumluluğu, mükâfat ve ceza kavramları da anlamlarını yitirirler.

İslâm kelâmcıları iki zümreye ayrıldılar: Bunlardan birisi Mu’tezile diye adlandırılan zümre olup “adl ve ihtiyar”ın varlığını ileri sürmekte idiler. Diğer zümre de “ehl-i hadis” zümresi olup sonraları Eşaire (Eş’arîler)
olarak adlandırıldılar. Bunlar da “cebr ve ıztırar”ı savunmakta idiler. Tabiatıyla, adli inkâr edenler açıkça “ilâhî adaleti inkâr ediyoruz” demediler. Çünkü her iki tarafın da dayandıklarını ileri sürdükleri Kur’ân-ı Kerim, zulmü şiddetle Allah’tan uzaklaştırıyor, reddediyor, adli ise kabul ediyordu.

Ancak, bunlar adli, özel bir yoruma tâbi tuttular. Şöyle dediler: Adl, önceden nitelenebilecek, belirlenebilecek başlı başına bir gerçeklik değildir, şu hâlde Yaratıcı’nın, Rabb’in fiilleri için ölçüt kılınacak belirli bir “adl” gerçekliği yoktur. Aslında Allah’ın fiili için bir ölçü, bir ölçüt belirlemek, Allah’ı bir tür yükümlü ve ödevli kılma, meşiyyet ve iradesini sınırlama ve kayıtlama demek olur.
Allah’ın fiili için bir kural düşünmek ve bu kuralın Allah’a ve fiiline hâkim olduğunu söylemek mümkün müdür ki? Bütün kanun ve kurallar O’nun yarattıklarıdır ve O’nun iradesine bağlıdırlar, O’nun hükmüne tâbidirler.
Allah ise Hakîm-i mutlaktır. Her türden mahkumiyet ve bağımlılık, Zat-ı Akdes-i İlâhî’nin yüceliğine, mutlak Kaahiriyet’ine aykırı düşer.

Allah’ın adil olmasının anlamı, O’nun, adl kanunları (adalet ilkeleri) adı
altındaki bazı önceden belirli ilkelere uymakta olması demek değildir. O’nun adaletin ana kaynağı, ana kökeni olması demektir. Allah’ın yaptığı “adl” demektir, adalet demektir; yoksa “O, adil olanı, adl olanı işler” demek doğru değildir. Adl ve zulm, Allah’ın fiilinden sonra gelen ve ilâhî fiilden ölçüt alınarak belirlenen kavramlardır. Adl, Rabbin fiilinin ölçütü olamaz. Bilâkis Rabbin fiili “adl”in ölçütüdür. “An çe an Hosrov koned şirin boved.” (O Sultan neylerse, güzel eyler.)

Buna karşılık, “adl”e taraftar olan Mu’tezile ise şöyle dediler: Adl, başlı başına bir gerçekliktir. Rabb, hakîm ve Adil olduğuna göre işlerini de adl ölçüt ve ölçüsüne göre yapar. Biz fiilleri göz önüne aldığımızda, bu fiilin
Allah’ın yaratma veya yasama iradesine ilişkin olup olmadığını (tekvinî irade veya teşriî irade) bir kenara bırakarak, görürüz ki bu fiillerin bir kısmı başlı başına, bizatihi “adl”dır, adalete uygundur. İyi iş işleyenin, yararlı davranışı olanın ödüllendirilmesi, iyi karşılık verilmesi gibi.

Bazı fiiller ise başlı başına, bizatihi zulümdürler. İyi işler işleyenlerin cezalandırılması gibi. Fiiller, başlı başına kendi özellikleri dolayısı ile birbirinden ayrılabildiklerine ve Barî Teala’nın, Yüce Yaratıcı’nın mukaddes varlığı mutlak Hayr olduğuna, o Yüce Zat Kâmil-i mutlak, Hakîm-i mutlak ve Adil-i mutlak olduğuna göre, fiillerini adl ölçüsüne ve ölçütüne göre seçecektir.

Hüsn ve Kubh-i Zâtî (Fiillerin, Özlerinde Güzel veya Çirkin Oluşları)

Böylece, burada ister istemez bir sorun ortaya çıkmış oluyor ki, bu sorun, adl sorununun bir tür genişlemesi, yeni bir boyut kazanması demektir: Bu sorun, “fiillerin zatî olarak, özlerinde ve başlı başlarına güzellik ve çirkinlikleri” sorunudur. Acaba genel olarak fiillerin doğrudan doğruya özlerine bağlı olarak güzellik veya çirkinlik (hüsn ve kubh) sıfatlarına sahip oldukları söylenebilir mi? Örneğin doğru sözlülük, emanete hıyanet etmemek, başkalarına yardım etmek gibi sıfatlar, özleri itibariyle ve başlı başına güzel ve gerekli midirler? Yalan, hıyanet ve muhtaçlara el uzatmamak gibi sıfatlar, özlerinde ve başlı başına kötü ve yapılmaması gereken şeyler midirler?

İyilik, yaraşırlık, gerekirlik, bir dizi gerçekliği olan ve zata bağlı sıfatlardır ve fiiller (eylemler), failden (eylemciden) ve dış şartlardan bağımsız olarak başlı başına bu sıfatlara sahip ve bu sıfatların, bu niteliklerin karşıtı olanlarından da yoksundurlar diyebilir miyiz? Yoksa bütün bu sıfatlar uzlaşmaya dayanan itibarî sıfatlar mıdır?

Aklın Bağımsız Olduğu Konular

Fiillerin, özlerine bağlı, zatı sıfatları olup olmadıkları konusu ele alınınca da, ister istemez, bu sıfatların ortaya konmasında ve belirlenmesinde aklın bağımsız olup olmadığı sorunu ortaya çıkar. Acaba akıl, bir şeyin “hüsn”
veya “kubh” oluşunu idrak etmede bağımsızlığa sahip midir? Yalnız başına hüsn’ü, güzelliği ve kubh’u, çirkinliği ve yakışık almazlığı algılayabilir ve belirleyebilir mi? Yoksa bu konuda şeraitin yardımına ve yol göstericiliğine muhtaç mıdır? Aklın bu konuda verdiği hüküm dolayısı ile, “hüsn ve kubh-i zatî”, “hüsn ve kubh-i aklî” olarak da adlandırılmaktadır.

Mu’tezile Okulu, “hüsn ve kubh-i zatî ve aklî”yi şiddetle savundular ve “aklın bağımsız olduğu konular” bahsini ortaya attılar. Bu konuda şöyle dediler: Bizim, fiillerin özlerinde birbirinden farklı olduklarını ayırabildiğimiz apaçıktır. Yine apaçıktır ki akıllarımız şeriatın yol göstericiliğine gerek olmaksızın bu apaçık gerçekleri kavrayabilmektedir.
Eş’arî Okulu mensupları ise, nasıl “adl”i önceden belirlenebilen bir sıfat olarak inkâr etti iseler, hüsn ve kubh’un, bir fiilin güzellik veya çirkinliğini de başlı başına, önceden ve bağımsız olarak belirlenebilir ve sadece akıl ile kavranabilir bir özellik oluşunu da kabul etmediler. Eş’arîler hüsn ve kubh’un nispî olduğunu, çevreye ve fiilin özel koşullarına, zamana bağlı olduğunu, bir dizi taklit ve telkînlerden de etkilenebilir olduğunu ileri sürdüler. İkinci olarak da aklı, hüsn ve kubh kapsamına giren şeylerin ayrılmasında ve kavranmasında şer’a bağımlı, şeraitin yol gösterişine
muhtaç saydılar.

Eş’arî Okulu mensupları, aklın bağımsızlığını veya diğer bir deyişle aklın bağımsız olduğu hususların varlığını kabul etmedikleri ve Mu’tezile’nin, insan aklının, Şeriat’in yol göstericiliğine ihtiyaç duymaksızın “hüsn’ü ve kubh”ü, yapılması gerekeni ve yapılmaması gerekeni kavrayacağı görüşünü eleştirip yanlış saydıkları ve genel olarak “adl nedir?”, “zulüm nedir?”, “iyi nedir?”, “yakışıksız olan nedir?” gibi soruların tümünün
Şeriat’in dilinden alınıp öğrenilmesi gerektiğini ileri sürdükleri, bu gibi meselelerde İslâmî rivayet ve geleneğe (sünnet-i İslâmî) tâbi olmak gerektiğini savundukları için, kendilerine “Ehl-i Sünnet” veya “Ehl-i Hadis”
adını verdiler. Böylece Eş’arî Okulu bu ad sayesinde kendisine halk içinde sağlam bir toplumsal dayanak, temel sağlamış oldular. Böylece, Mu’tezile ve Eşaire (Eş’arî Okulu) arasındaki fark, aklın bağımsız olabildiği hususları (müstakillat-ı akliyye) kabul etme veya etmemeden ibaret iken, halk çoğunluğunun gözünde “sünnet” ve “hadis”i kabul edip etmeme farkı şeklinde görünmekte idi. Ya da aklın ve sünnetin birbirine karşıt olduğu
sanısını uyandırıyor, bu sebeple de Eşaire’nin toplumsal temeli güçleniyor, Mu’tezile’nin temeli ise zayıflıyordu.

Mu’tezile asla sünneti değersiz görmüyor, ilgisiz kalmıyordu. Ne var ki Eşaire’nin kendilerine bu adı seçmeleri ve Mu’tezile’yi karşılarına almaları, Mu’tezile’nin faka bastırılması demek oldu. Şüphesiz bu durum
Mu’tezile’nin İslâm’ın üçüncü yüzyılının başlarında halk çoğunluğu tarafından benimsenmemesinde önemli rol oynadı. İş o hâle geldi ki bazı şarkıyatçılar da bilerek veya bilmeyerek Mu’tezile’yi “Sünnete karşı olan
aydın düşünceliler” olarak nitelediler.

Ancak, konuya vakıf olanlar bilirler ki Mu’tezile ile Eşaire arasındaki farkın, onların İslâm’a bağlılık derecesi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Aslında uygulamada Mu’tezile; İslâm söz konusu olduğunda Eş’arîler’den daha
duyarlı, daha bağlı, daha fedakâr idiler.

Esasen, aydınlıkçı akımlar, ne kadar iyi niyetle savunulur olursa olsunlar,
karşılarındaki akımlar da isterlerse arılık ve iyi niyetten tamamen mahrum bulunsunlar, yine de çok defa aydın düşünce yanlısı akımlar böyle ithamlarla karşılaşırlar, bu da olağandır.

Mu’tezile ve Eşaire’nin ayrıldığı nokta, akla verilen yer ve aklın bağımsızlığının sınırı sorunu idi. Ve bu da “adl”e ilişkin olan “hüsn ve kubh” gibi sorunlarda, hüsn ve kubh’un, fiillerin iyi, güzel veya yakışıksız oluşlarının başlı başına kendi özellikleri ile belirlenip belirlenemeyişi gibi konularda başladı.

Ancak zamanla bu tartışma “Tevhid”e ilişkin konulara kadar uzadı. Bunlarda da Mu’tezile akla söz hakkı vermekte idiler. Eşaire ise, “hadis”in dış görünüşüne, rivayetlere tartışmasız bağımlılığı gerekli görüyorlardı.
İleride bu konularda daha fazla bilgi vereceğiz.

Şehit Murtaza Mutahhari,Adl-i ilahi,sayfa 18-23