KERBELA (6) – AŞURA GÜNÜ

KERBELA (6) – AŞURA GÜNÜ

VI. BÖLÜM
AŞURA GÜNÜ

Muharrem ayının onuncu gününde Kerbela’nın ölümsüz kahramanları günün doğuşunu son kez göreceklerdi. Sabah namazını kılıp savaş hazırlığına başladılar. Varlıklarını kuşatan iman olmasa ömürlerinin en acı gününe başlamış olacaklardı ama iman iksiriyle her şey değişiyordu. İman ölümü beka, çekilen cefaları ödül üstüne ödüle çeviriyordu. Ne enteresan değil mi? Gaflet penceresinden cehennem görünen bir sahne, iman penceresinden tam bir cennet bahçesi olarak görülebiliyor.

Yezid tarafındakiler cinayet işleyip altın gümüş almaya gelmişler; İmam Hüseyin (a) tarafındakiler ise aşk için can vermeye gelmişlerdi.

İmam Hüseyin (a), ordusunun başında idi. Bu ordunun savaşı kazanma ihtimali hiç yokken ordu komutanı vazifesini eksiksiz yapmaktaydı. Otuz iki atlı ve kırk piyadeden oluşan ordunun sağ kanadına Züheyr’i ve sol kanadına Habib bin Mezahir’i komutan olarak atayıp bayrağı da kardeşi Ebulfazl Abbas’a teslim etti.

Ordu ailelerin içinde bulunduğu çadırları arkasına alacak şekilde konumlandı. Daha önce kazılan hendeklerdeki diken ve odunlar yakıldı ki düşman arkadan saldırma imkânı bulamasın. Ömer Saad da ordusunu düzene soktu, kötülük ordusunun her kanadına bir komutan seçmekle birlikte ayrıca her kabile için de komutanlar atadı.

İmam Hüseyin (a) yine savaşı başlatan taraf olmamaya özen göstermekteydi. Savaş başlamadan Şimr yanına birkaç süvari alarak arkadan dolaşıp İmam’ın çadırlarına yaklaşmak istedi, kazılan çukuru görünce yüksek sesle küfürler etti. Melun ağzından çıkan çirkin sözlere öfkelenen Müslim bin Avsece ona doğru ok atmaya kalkınca İmam Hüseyin (a) kendisine engel oldu ve “Savaşı başlatan taraf biz olmak istemiyoruz” buyurdu.

Savaş Başlıyor

Ömer bin Saad ordusunun ön tarafında durmuştu. Savaşı isteyerek ve bizzat kendisinin başlattığını herkesin görmesini istiyordu. Yayına bir ok koyup İmam Hüseyin’in ordusuna taraf fırlattı. Yanındakilerden de İbn-i Ziyad nezdinde ilk oku kendisinin fırlattığına dair şahitlik etmelerini istedi.

Bu tavır aslında bu savaşın niteliğini ve iki cephenin farkını ortaya koymaya yeterdi. Ömer Saad ve onunla birlikte Yezid safında olanlar yaptıklarına zalimleri şahit tutuyorken; İmam Hüseyin (a) ve yanındakiler Allah’ı en güzel şahit olarak seçmişlerdi. Sonra aktaracağımız üzere İmam Hüseyin (a), oklanan yavrusunun kanlarını avucunda toplayıp göğe serperken veya oğlu Ali Ekber’i savaş meydanına gönderirken “Allah’ım sen şahit ol” diyordu. Bir taraf karşılığını zalimlerden beklerken diğer taraf sadece Allah’tan bekliyordu.

Bir taraf güç sahiplerinin diğer taraf hakkın rızasının peşindeydiler. Bir taraf Allah’tan çekinirken diğer taraf zalimlerden çekiniyordu.

İki orduyu bu çöle getiren sebepler de bundan ibaretti. Bir taraf hakkı ve haklıyı üstün tutarak Allah’ın rızasını kazanmak diğer taraf ise zalimleri, güç sahiplerini üstün tutarak onları memnun etmek için buraya kadar gelmiş karşı karşıya saf tutmuşlardı.

Savaş tam olarak bunun savaşıydı; zalimlerden dünya metaı dileyenler ile her şeyi Allah’tan bilip onun rızasına teslim olanların savaşı.

Babası Saad bin Ebi Vakkas İran’ı fetheden ordunun komutanıyken oğlu Ömer yetmiş iki kişilik orduya karşı arkasına otuz bin kişiyi alarak savaş açmış ve çok büyük bir hünermiş gibi de yanındaki birbirinden aşağılık insanları şahit tutuyordu. Hakkı vurmak için atılan o ok ona ilelebet sürecek bir hüsranın, dünyada ve ahirette kara yüzlü olmanın kapısını açacaktı.

Abdullah bin Umeyr ve Ümmü Veheb

Abdullah, Kufe’de iken Nuheyle denilen bölgede Yezid’in ordularının savaşa hazırlandığını görünce, mesele nedir diye sormuş ve İmam Hüseyin’in Kufe yakınlarına kadar geldiğini, bu askerlerin kendisiyle savaşmak istediklerini öğrenmişti. Bunu duyunca “Müşriklerle savaşmayı çok arzuluyordum, Peygamber torunuyla savaşmaya hazırlanan bu toplulukla savaşmanın sevabının müşriklerle savaşmaktan az olacağını sanmıyorum” deyip eve gitmiş ve eşiyle konuşmuştu. Eşi de kendisi kadar istekliydi. Geceyle gelip İmam Hüseyin’in kervanına ulaştılar. Sabahın ilk saatlerinde daha savaş yeni başlıyorken Yezid ordusu tarafından Yesar ve Salim isminde iki kişi öne çıktılar ve karşılarına savaşçı istediler. Habib bin Mezahir ve Bureyr öne çıkmak istediler ancak İmam Hüseyin (a) izin vermedi.

Abdullah bin Umeyr

İmam Hüseyin’nin izniyle meydana çıktı. Daha ileride olan Yesar’a hamle yaptı ve işini bitirdi. Bu arada Salim kendisine saldırmak üzereydi. İmam’ın askerleri bağırarak Abdullah’ı uyardılar ama o fark edemedi ve Salim kendisine bir darbe indirdi. Sol elini öne vermiş parmakları kesilmişti. Abdullah ikinci bir darbe de Salim’e indirdi ve onu da öldürdü.

Bu arada eşi Ümmü Veheb elinde bir demir sopayla savaş meydanına koştu. Eşi geri gitmesini söylediği halde elbisesinden tutmuş seninle birlikte şehit oluncaya kadar seni bırakmayacağım diyordu. Sonra İmam Hüseyin (a) “Geri dön! Kadınlara cihad farz değildir.” diye uyarınca geri geldi.(32)

Abdullah bin Umeyr bu aşamada şehid olmadı ve yaralı olarak geri geldi. Onun şehadeti öğlen öncesi Şimr’in İmam’ın ordusuna yaptığı toplu saldırıda gerçekleşti. Onun Kerbela’nın ikinci şehidi olduğu bildirilmiştir.(33)

Abdullah’ın eşi Ümmü Veheb şehit olan eşinin başına gelmiş yüzünü gözünü temizliyordu. Bu arada Şimr’in emriyle Rüstem isminde bir köle tarafından şehit edildi ve ismi Kerbela şehitleri arasına girdi.

Toplu Saldırılar ve İlk Şehit

Kerbela’nın ilk şehidi olarak adı geçen kişi Müslim bin Avsece’dir. O, Yezid ordusunun sağ kanat komutanı olan Amr bin Haccac’ın askerlerince şehit edildi. Amr bin Haccac komutanı olduğu sağ kanattan İmam Hüseyin’in ordusunun sağ kanadına saldırı düzenledi, az sayılarına rağmen İmam’ın askerleri bu saldırıyı püskürttüler. Onlar geri dönerken İmam’ın yiğit askerleri arkalarından ok atıyorlardı. Bu saldırıda Yezid’in Kufe’lilerden oluşan ordusu bazı kayıplar da vermişti. Amr bin Haccac ikinci bir saldırı düzenlemiş, yine geri püskürtülmüş ama bu sefer Müslim bin Avsece şehit düşmüştü.

Amr bin Haccac kimdi peki? İlk şehidin katilinin ibret verici profilini kısaca tanımakta fayda var. Kendisi İmam Hüseyin’e mektup yazıp davet edenlerden biri idi. İşler Kufe’de tersine dönünce Yezidîlerin safına geçmiş, İmam Hüseyin (a) aleyhine dönmüştü. Artık İmam Hüseyin’i haşa bozguncu ve Yezid’i Müslümanların imamı olarak tanıtıyordu. Yani zamanımızda da az rastlamadığımız; menfaat neredeyse, güçlü hangi taraftaysa ona göre kendini konumlandıran iki yüzlü, kişiliksiz, alçak bir karektere sahipti.

Müslim bin Avsece ise Kufe’nin ileri gelenlerinden ve hatta Peygamberimizi görme şerefine ulaşmış sahabilerdendi. Kufe’de Müslim bin Akil’e destek vermiş sonra da gizlice İmam Hüseyin’e katılmak için Kufe’den çıkmıştı. Amr bin Haccac’ın komutasındaki askerler tarafından vurulup düştüğünde İmam Hüseyin (a) ve Habib bin Mezahir başının üstüne koşmuşlardı. İmam kendisi için dua edip şu ayeti okudu: “Müminlerden Allah’a karşı yüklendikleri görevi yerine getiren yiğitler vardır. Kimi, o uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir.”(34)

Habib bin Mezahir de yakın arkadaşı olan Müslim bin Avsece’ye, ölümüm yakın olmasa sana vasiyetini sorardım dedi. Müslim İmam Hüseyin’i işaret ederek: Sana onu vasiyet ediyorum; canın bedeninde olduğu sürece onu savunmayı bırakma” dedi. Habib son nefesinde bile İmam’ı düşünen dostuna: “Seni mutlu edeceğim, vasiyetini yerine getireceğim” dedi.(35)

Evet Müslim bin Avsece ve Amr bin Haccac’ın öyküsü ne kadar ilginç değil mi? İkisi de Kufe’li idiler, ikisi de İmam Hüseyin’i çağıranlardandılar ama biri vefalı biri vefasızdı. Kuşkusuz vefanın yeri cennet cefanın yeri ise ateştir. Herkes layık olduğu yere gidecekti ve öyle de oldu.

Öğle vakti yaklaşmıştı. Yezid ordusunun atlı birliğinin komutanı Uzre bin Kays geniş bir saldırı başlattı ama İmam Hüseyin’in atlı askerlerinin mukavemetiyle karşılaştı.

Az olanlar iman ve sabrı kuşanınca çok olan heva heves kölesi zayıf kişilikli insanlara galip gelebilirler. Yirmi kadar süvari yüzlerce belki de binlerce atlıya karşı koyabiliyordu. Çünkü onlar üç günlük dünyada geçici zevklerle yaşamak için savaşırken Allah’ın askerleri canlarını feda etme pahasına hakikat uğruna savaşıyorlardı.

Onların adımları gevşek, kalpleri titrek iken Kerbela kahramanlarının her biri bir tufan bir sel gibi coşkundular. Onlar tereddütle, birbirinin arkasına saklanarak savaşırken hakkın askerleri bütün varlıklarıyla öne atılıyorlardı.

Derken Uzra bin Kays Ömer Saad’dan okçuları devreye sokmasını istedi. Ömer Saad sırtına zırh giydirilmiş atlara binen bir başka süvari grubu ile beş yüz okçuyu ileri sürdü. Okçular ok yağdırıyor, atlılar saldırıyorlardı.

Düşman İmam Hüseyin’in çadırlarına kadar gelmişti ve Kerbela kahramanları iki üç kişilik gruplarla çadırların arasına dağılmış, çadırları ve içindeki aileleri korumaya çalışıyorlardı.

Bir süre sonra savaş dindi. Düşman ordusunun hiçbir yenilgi kaygısı yoktu, orantısız bir savaşta aceleleri de yoktu. Evet düşman geri çekildi ancak Kerbela kahramanlarından elli kişi şehit olmuştu.(36)

Süvarilerin komutanı olarak az önce bahsi geçen Uzra bin Kays da İmam Hüseyin’e mektup yazıp Kufe’ye davet edenlerdendi. Ömer Saad Kerbela’ya yeni geldiğinde ona gidip İmam Hüseyin’e neden buraya geldiğini sormasını söyledi ama o kendisi de davet mektubu yazanlardan olduğu için gitmek istemedi. Habib ibn-i Mezahir kendisine nasihatler etmiş ama faydası olmamıştı.

Cünade, Amr bin Halid, Saad, Mecma ve Oğlu

Cünade ve kendisiyle gelen dört diğer vefalı İmam Hüseyin (a) dostları savaşın ilk saatlerinde şehit olanlar arasında yer alıyorlar. Cünade Kufe’de tanınmış İmam Hüseyin (a) dostlarından biriydi. Müslim bin Akil’in Kufe’de şehit edilmesinin ardından arkadaşı Amr bin Halid, onun kölesi Saad ve Mecma bin Abdullah ile onun oğlu Aiz beraberce Kufe’den çıkıp sapa yollardan İmam Hüseyin’e doğru gelmişlerdi.

Beş kişi olarak İmam Hüsyin’e kavuştuklarında Hür İmam Hüseyin’i durdurmuş bulunuyordu. Hür onları alıkoymak ve İmam’a katılmalarını engelleyip Kufe’ye geri göndermek istediyse de İmam Hüseyin (a) izin vermedi.

Aşura günü bu grup birlikte savaş meydanındaydılar. Kahramanca savaştılar. Çok sayıda düşman askeri onlara saldırıyordu ve onları aralarında muhasaraya aldılar. Onlar da seslenerek İmam Hüseyin’den yardım istediler. İmam Hüseyin (a) yardım için kardeşi Ebulfazl Abbas’ı gönderdi. Abulfazl Abbas’ın saldırısı düşmanın çemberini kırıp onları sıkıştırılmaktan kurtardı. Ancak o kahramanlar dönüp İmam Hüseyin’in huzuruna sağ olarak gelmek istemediler. Yaralı oldukları halde tekrar düşmana saldırdılar ve sürüyle saldıran düşmanların sayısız kılıç, ok ve mızrak darbeleri arasında can verdiler.(37) İmam Hüseyin (a) onların şehadet haberini alınca defalarca kendileri
için dua edip Allah’tan rahmet ve mağfiret diledi.

Nafi bin Hilal

Nafi bin Hilal’den daha önce de bahsettik. Kendisine gece karanlığında iki tepe arasından geçip gitmeyi öneren İmam Hüseyin’in ayaklarına kapanmıştı hani…

Çok iyi bir cengâverdi hatta savaş sanatını İmam Ali’den öğrendiği rivayet edilmiştir. Nafi, toplu saldırılardan birinde düşman tarafından kıstırıldı. Kendisini çevreleyen namertler, topluca üzerine saldırdılar ve kolları hem yaralandı hem de kırıldı. Kan ve yaralar içinde Ömer Saad’ın yanına getirdiler. Ömer Saad, kendini neden bu hale düşürdün, dediğinde şöyle söyledi: “Rabbim niyetimi biliyor, sizden on iki kişiyi öldürdüm, bundan da mutluyum, kollarım sağlam olsa beni esir alamazdınız!” Son demlerinde kendisini öldürmeye hazırlanan Şimr’e şöyle dedi: “Allah’a şükürler olsun ki ölümüm insanların en kötüsünün eliyle olacak.”

Daha yeni evlenmişti Nafi Kerbela’ya geleceği zaman. Eşi istemiyordu gelmesini ama o ısrarcı olup Kufe yakınlarında İmam Hüseyin’e katıldı. İmam, yeni evli olduğunu bildiği için ona özellikle gitmesini söylemiş, birbirini seven iki yeni evli eşin ayrı düşmesini istemediğini buyurmuştu. Nafi ise şöyle demişti: “Ey Rasulullah’ın oğlu, zor gününde seni bırakıp zevk-ü sefa peşine gidersem kıyamet günü deden Rasulullah’a ne cevap veririm.”(38)

Abdurrahman Ensari

Abdurrahman Hazrec kabilesinden ve Peygamberimizin Ensar sahabilerinden idi. Gadir-i Hum hadisini rivayet etmiş ve İmam Ali lehine bu konuda şahitlik yapanlardan biri olmuştu.

İmam Ali’nin savaşta ve barışta yanında yer almış, Ehlibeyt’e sadakatini hiç bozmamıştı.

Mekke’den başlayarak İmam Hüseyin’le yola koyuldu ve asla kendisini yalnız bırakmadı. Rasulü Ekrem ve Mekke’den göçen muhacir sahabilere gösterdiği “Ensar” olma vasfını şimdi Peygamberin çöllerde mahsur kalan ailesine gösterdiği vefa ile tamamlıyordu.

Abdurrahman Ensari’nin habibi Rasulullah’a kavuşması çok sürmedi. O ilk toplu savaşlarda çarpışıp şehit olanlardan biri olmuştu.

Özgürlüğün Sembolü: Hür

Daha önce de geçtiği üzere, İmam Kufe’ye yaklaştığında Hür bin Yezid Riyahi ve ordusunca durdurulmuştu. Hür’e İmam Hüseyin (a) ile savaşma emri verilmemiş, İmam’ı takip edip kendisinden ayrılmaması istenmişti.

Hür kendi dünyasında, işin dönüp dolaşıp İmam Hüseyin (a) ile savaşma noktasına gelebileceğini hiç sanmıyordu. Zira İmam’ı Kufe’ye bu insanların kendisi davet etmişti. Ayrıca İmam, geri dönmek, kenar bölgelerden birinde sıradan bir Müslüman gibi yaşamak gibi barışçıl birçok seçenek de sunuyordu.

Aşura günü gelip çattığında durumun vahametini Hür de anladı. İmam Hüseyin’in yolunu kesen, Peygamber hanedanının çocuklarının korkmasına sebep olan kendisiydi. O ve ordusu engel olmasa belki de İmam Hüseyin (a) geldiği yoldan dönüp gidecekti. Bu düşünceler Hür’ü kahrediyordu.

İş çok kötü bir aşamaya gelmişti. Önünde iki yol vardı: Ya İmam Hüseyin’i katleden ordunun bir parçası olmaya devam edecek, kendisi öldüren olmasa da öldürenlerin karartısı içinde yer alacaktı ya da tövbe edip hak tarafa geçerek kendini affettirme yolunu deneyecekti. Önemli bir ordu komutanıydı, şecaat ve cesaretiyle dillere destandı. Orduda emir sahibiydi, iyi bir gelirle rahat bir hayat sürüyordu. Şimdi tercihini yapmalıydı. Hiç vakit yoktu: Ya dünya rahatı ile ahiret hüsranını ya da ölüm ile ahiret saadetini seçecekti.

Hür İmam Hüseyin’in ordusuna doğru azar azar yaklaşıyordu. Bunu gören Yezid cephesinin askerlerinden Muhacir bin Avs, “onlara saldırmak mı istiyorsun?” diye sordu. Hür titriyor ve hiçbir şey söylemiyordu. Muhacir bin Avs şaşkın halde “seni hiç böyle görmemiştim. Kufe’nin en cesuru kimdir deseler, seni söylerdim. Düştüğün bu durum da nedir?” dedi. Hür: Kendimi cennet ve cehennem arasında görüyorum. Allah’a ant olsun ki paramparça olsam, ateşlere atılsam yine de cennetten başkasını seçmeyeceğim.

Bu sözlerden sonra atını İmam Hüseyin’in çadırlarına doğru sürdü. İmam’ın huzuruna geldiğinde perişan bir haldeydi. Kalkanını ters çevirmişti, başı aşağıda mahcup ve pişmandı. İşin bu noktaya geleceğini düşünmediğini söyleyip İmam’dan af istedi.

İmam Hüseyin (a) kendisi için dua edip Allah’tan bağışlanma diledi.

İmam Hüseyin’in kendisini kabul etmesi aynı zamanda tövbesinin de kabul olduğu anlamına geliyordu. Hür, İmam’la görüşmesinin ardından Ömer Saad ve ordusuna hitap edip onlara nasihatlerde bulundu. İmam’ı kendilerinin davet ettiğini ve sonra kendisini burada kuşatıp susuz bıraktıklarını, dönüp gitmek istemesine bile müsaade etmediklerini söyledi ve devam etti:

“Yahudilerin, Hıristiyanların, Mecusilerin içtiği, siyah domuzların ve köpeklerin daldığı Fırat suyunu O’na, ailesine ve yavrularına yasaklamışsınız. Susuzluktan halsiz düşmüşler. Hz. Muhammed’e evlatlarıyla ilgili ne kötü davranıyorsunuz…”

Bu sözlerine karşılık düşman ordusundan kendisine oklar atılıyordu. Dönüp geri geldi ve meydana çıkmak için İmam Hüseyin’den müsaade istedi.

Bazı kayıtlarda, Hür’ün İmam Hüseyin’e, “Madem size ilk engel olan ben oldum izin verin ilk savaşıp şehit olan da ben olayım” dediği aktarılmıştır. Belki de toplu savaşlarda şehit olanların ilki değil ama teker teker gidip savaşanların ilki olacağı için böyle söylemiş olabilir.

Hür savaş meydanına çıktı. Savaşmadan önce tekrar Ömer Saad ve ordusuna nasihatler etti ama yine bir sonuç elde edemedi. Hür dönüp dönüp savaştı. Kırkın üzerinde münafığı öldürdükten sonra kalabalık bir piyade asker grubunun saldırısıyla şehit edildi.

İmam Hüseyin (a), Hür’ün son anlarında başının üstüne gelmiş ve şu meşhur cümlesini buyurmuştur: “Ey Hür sen gerçekten de annenin koyduğu ad gibi özgür bir insansın.” Evet, Kerbela anlayışında özgürlük insanın canının her istediğini yapması değildir. Çünkü bu, kişinin kendini küçük ve değersiz heveslerin kölesi yapmasından başka bir sonuç doğurmaz.

Gerçek özgürlük Hür gibi dünya bağlarını, zalimlerin vaatleri ve tehditlerini aşıp hakkın ve imanın götürdüğü yöne doğru gitmektir. Hayvani içgüdülerin, midenin, ihtirasların peşinden gitmekle imanın, idealin, değerlerin ve yüce hedeflerin peşinden gitmek aynı olabilir mi?

Hür özgür iradesiyle rahatının, şehvetinin, ihtiraslarının peşinden gitmeyi de seçebilirdi ama bu onun için özgürlük değil kölelik olacaktı.

Türk Yaver Eslem

Eslem, Kerbela’da bulunan Türk asıllı bir köleydi. Güzel Kuran okumasıyla, Arap dilini ve şiirlerini iyi bilmesiyle öne çıkıyordu. Aynı zamanda İmam Hüseyin’in katipliğini yaptığı da bildirilmiştir.

Eslem, İmam Hüseyin’den cihad izni alıp meydana çıktı. Şecaat ve cesaretle savaşıyordu.

Savaş meydanında şöyle recez okuyordu:

Emirim Hüseyin’dir ne güzel emir
Uyaran müjdeleyen Resul’e sürur
Deniz benim vuruşumla taşar
Gökyüzü attığım oklarla dolar (39)

Birçok münafığı yere serdi ve aldığı yaralarla artık takatsiz olarak düşmek üzereydi. İmam Hüseyin’e doğru bir işaret yapabilmişti ancak.

İmam koşarak başı üzeri geldi, mübarek eliyle Eslem’in boynunu kavradı ve yüzünü Eslem’in yüzüne dayadı; aynen oğlu Ali Ekber için daha sonra yapacağı gibi.

Eslem gözünü açıp İmam ‘a baktı, gülümsedi ve şöyle mırıldandı: “Kim benden daha bahtiyar olabilir, Peygamber evladı yüzünü yüzüme dayamışken.”(40)

Vahab bin Vahab

Vahab, annesi ve eşi Hristiyan bir aile olarak birlikte çölde Kerbela yolunda olan İmam Hüseyin (a) ile tanıştılar. İmam Hüseyin’in eliyle de İslam nuru ile tanışıp Müslüman oldular. Aşura günü yeni Müslüman annesi oğlunu meydana çıkmak için teşvik ediyordu. Vahab da peş peşe dizilmiş İsmaillerden biri olarak Kerbela kurbanlığına çıktı.

Daha yirmi beş yaşında idi ve on yedi gün önce evlenmişti.(41)

Meydana çıktığında pek güzel savaştı ve annesi Kamer’in yanına döndü. Eşi Haniye, ayrılığına dayanamayacağını söyleyince annesi araya girip, eşinin kendisini etkilememesini Peygamber torununu savunarak ahiret saadetini kazanmasının daha büyük bir saadet olduğunu hatırlattı.

Tekrar savaş meydanına dönüp kahramanca savaştı, onlarca münafığı yere serdikten sonra şehit edildi. Bazı kayıtlara göre başını kesip annesine doğru attılar. Annesi oğlunun başını alıp öptükten sonra düşman ordusuna geri atarak:

“Allah yolunda verdiğimizi geri almayız” diye feryat etti.(42)

Namaz Öncesi Diğer Şehitler

Hikayesini anlattığımız mücahitlerin dışında öğleden önceki toplu veya teke tek savaşlarda şehit oldukları bildirilen isimler şunlardır: Saad bin Haris, Mesud bin Haccac, Naim bin Aclan, Salim bin Amr, Cundeb bin Huceyr, Ceble bin Ali, Kurdus bin Züheyr, Kasıt bin Züheyr, Muksit bin Züheyr, Amir bin Müslim, İmran bin Kaab, Amr bin Zabîa, Ammar bin Hisan, Müslim bin Kesir, Süleyman bin Kesir, Halid bin Amr, Garib bin Abdullah, Zahir bin Amr, Amr bin Karza, Yezid bin Sebit, Şebib bin Abdullah, Cüveyn bin Malik, Ammar Dalani, Haris bin Nebhan, Hubab bin Amir, Haccac bin Zeyd, Salim, Müncih bin Sehm, Hanzala bin Esad, Abdurrahman Erhabi, Yahya bin Selim, Amr bin Muta, Enis bin Maagal, Gurra bin Ebi Gurra, Enes bin Haris, Saad bin Hanzala, Halef bin Müslim (Müslim bin Avsece’nin oğlu), Cevn bin Huva (siyahi köle), Seyf bin Haris, Malik bin Abdullah, Yezid bin Husayn, Umeyr bin Abdullah, Yezid bin Mağfil, Amr bin Cünade, Abdurrahman bin Azre, Abdurrahman bin Abdullah.

Belirtmeliyiz ki, isim benzerlikleri, kaynaklardaki farklılıklar, iki farklı isimle anılan bir kişinin farklı iki kişi gibi aktarılması gibi zorluklar, isim listesi hakkında bazı karışıklıklara sebep olmuştur.

Kerbela’da Namaz

Namaz kulların Allah ile sadakat ve vefa ahdidir. Namazını hakkıyla kılan samimi kullar günde beş defa yaratıcılarına haktan ayrılmamaya, Allah’tan başkasının önünde baş eğmemeye söz verirler.

Şimdi bu kan ve ateş çölünde öğlen namazı vakti gelip çatmıştı. Sabah namazını bir tarafta İmam Hüseyin (a) bir tarafta Yezid ordusu kılmıştı. Her iki taraf da namaz kılıyordu. Ne var ki bu iki namaz arasında yerden göğe kadar fark vardı. Bir tarafın namazı Kuran’ın “Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar, onlar halka gösteriş yaparlar, hayra da engel olurlar.”(43) diye tanımladığı namaz iken diğer tarafın namazı “müminin miracı” diye tanımlanan namazdı.

Namaz vardır, içten iman ve sadakatin göstergesidir, namaz da vardır ki kötülüğün, iki yüzlülüğün örtüsüdür. Bu yüzden büyüklerimiz, “Namazınızın kabul olup olmadığını anlamak için, sizi kötülükten uzaklaştırıp uzaklaştırmadığına bakın; ne kadar uzaklaştırmışsa o kadar kabul olmuştur”(44) buyurmuşlardır.

Ebu Sumame Saidi İmam Hüseyin’e namaz vakti geldiğini söyleyince İmam gökyüzüne baktı, evet namaz vakti gelmişti, namazı hatırlatan Ebu Sumame’ye dua edip düşmandan namaz için mühlet vermesini istemelerini buyurdu.

Namaz mevzu olunca, Ömer Saad’ın askerlerinden olan Husayn bin Numeyr yüksek sesle “Hüseyin’in namazı kabul olmaz.” diye bağırdı. Bu söze çok gücenen Habib bin Mezahir sert ve öfkeli bir sesle “Peygamber Ehlibeytinin namazı kabul olmaz da senin mi namazın kabul olur ey ayyaş!” diye haykırdı ve bir yandan da ona saldırdı. Küçük bir arbede yaşandı. Husayn bin Numeyr’in çevresindekiler onu çekip Habib’in elinden kurtardılar.(45)

İmam Hüseyin (a) ve diğer askerleri namaza hazırlandı, cemaatle namaz kılacaklardı. Züheyr bin Kayn ve Said bin Abdullah kendilerini siper edip, İmam Hüseyin (a) ve namaza duranları koruyacaklardı. (46) Namaz başladı, namertliği kendine yol yordam olarak seçen Yezidî ordu, namazda bile durmayıp yaklaşarak ok atmaya başladılar. Gelen oklar İmam’a değil de fedailerine saplanıyordu.(47) Öyle çok yara aldılar ki Said bin Abdullah namazdan sonra şehit oldu ve Kerbela’nın namaz şehidi olarak tarihe geçti.

Kerbela’daki namaz çok büyük bir anlam taşıyordu. İmam’ın ne için ve ne uğruna böyle yurdundan yuvasından ayrıldığının göstergesiydi aslında. Şu savaşın tam ortasında, insanlar şehit olurken, düşmanın ok yağmurları önünde namaz kılmak ne demekti?

İmam Hüseyin (a), namaz olmadan bütün bunların bir anlamı
kalmayacağını, namazın Müslümanın hayatına anlam katan
en değerli ibadet olduğunu sözü değil bizzat eylemiyle ortaya
koyuyordu.

Namazı hakkıyla koruyanlar, haklıyı haksızı hakkıyla seçebilir. Namazı mutlak hakkaniyetin kaynağı olan Rabbe gerçek bir sadakat yemini olarak her gün tekrar edenler ancak can pahasına vefa ehli olabilirlerdi.

Kıbleye döndüğünde ne yaptığını bilmeyen, bir alışkanlık, bir ahiret menfaati duygusuyla eğilip kalkanlar aslında İmam Hüsyin’in kıldığı namaza çok yabancıdırlar. Hatta haklının hakkını haksızdan almak için canını feda eden namazsız insanlar bile böylesi namaz kılanlardan İmam Hüseyin’e daha yakın değiller mi?

Bana sorarsanız Kerbela’nın en muhteşem sahnesi namaz sahnesidir. İmam Hüseyin (a) arkasında birkaç mümin ile huşu içinde namaza durmuş, düşman ok mızrak fırlatıyor ve fedaileri göğüsleri ile İmam’a doğru gelen okları karşılıyorlar…

Allah’a sadakat, hakkı savunan imama sadakat ve namaza sadakat; üçü bir sahnede…

Suphanallah! Menfaatçi, maddeci, geçici lezzetlerin, korkuların esiri insanoğlunun yaşadığı şu yeryüzünde böyle bir manzaranın yaşanmış olması ne kadar muhteşem!

Şehadete bir adım kala namazı da şehadet destanına eklediler.

Namaz Kerbela sayfasının tam kalbine altın harflerle nakşedilmiş oldu.

Vicdan, ahlak, iman… gün gün azar azar çürür; insan azar azar heveslerin, ihtirasların tuzağında körleşip sağırlaşır. Namaz gün gün, vakit vakit bu çürümeyi engellemek, insanı ayık ve basiretli, hakka ve haklıya vefalı saklamak için kılınmalıdır. Kerbela’daki namaz böylesi bir namazı anlatıyordu.

Yaran Bir Bir Şehit Oluyor

Sabahki toplu saldırılar ve öğlen namazının ardından şimdi teker teker meydana çıkma zamanı gelmişti. Böylece Kerbela’nın efsanevi kahramanları her biri apayrı bir destan yazıp Kerbela sayfasına imzalarını atacaklardı.

İmam Hüseyin’in vefa timsali askerlerinin ortak ahdi ve yemini, biz yaşadıkça İmam Hüseyin’e (a) kimse dokunamaz, sloganı idi. Onlar bundan da bir adım ileri attılar ve İmam Hüseyin (a) ile bir başka konuda da anlaştılar. Biz ölmedikçe senin evlatların ve yakın akrabalarından da kimse meydana gitmeyecek, diye İmam

Hüseyin’e ricada bulundular. Bu yüzden Kerbela’da tek tek meydana çıkılırken önce Beni Haşim’den olmayan kahramanlar gidip şehit olmuşlardır.

Yaşlı Asker Habib İbn-i Mezahir

Habib, daha önce Kerbela’nın ilk şehidi olan Müslim bin Avsece’ye söz verdiği gibi kahramanca savaştı. O ömrü boyunca Peygamber hanedanından hiç ayrı düşmemişti zaten. İmam Ali’nin özel öncü savaş birliğinin bir üyesi idi. Kufe’de arkadaşı Müslim bin Avsece ile birlikte İmam Hüseyin’in elçisi Müslim bin Akil’e de canla başla yardım etmiş sonunda birçok insanın takılıp kaldığı engelleri aşıp Muharrem ayının 7. günü Kerbela’ya varmıştı.

Meydana çıktığında yaşlılığına rağmen aslanlar gibi çatıştı, onlarca münafığı yere serdikten sonra Bedil bin Sureym tarafından anlından darbe aldı ve atından düştü, sakalları kanlara bulanmıştı.

Bedil bin Sureym başını bedeninden ayırdı.(48) İmam başının üstüne koşup kendisi için hayır dua etti. Habib geceleri çok Kuran okumasıyla tanınan takvalı ve dünyaya ilgi göstermeyen maneviyatlı bir mümindi. Sonraları oğlu, katilini yani Bedil bin Sureym’i öldürerek babasının intikamını almıştır.

Bureyr Bin Hudayr

Bureyr İmam Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini öğrenince hemen yola koyulmuş, Mekke’de İmam Hüseyin’e kavuşmuştu. Bu yüzden Kerbela yolculuğunun başından beri şehadet kervanında bulunuyordu. Bureyr de Yezid safında yer alan Kufe halkına uzun uzun nasihatler etmiş ancak sonuç alamamıştı.

Aşura günü sabah güleç yüzle, şakalı şen şakrak konuşan Bureyr’e arkadaşı Abdurrahman itiraz edip, şimdi bu kadar şakacı olmanın zamanı mı, demişti. Bureyr de, ben gençliğimde bile şakacı biri değildim ama az sonra cennete girecek olmanın heyecanı beni sarmış, diye cevap vermişti.

İşte Bureyr’in beklediği o an gelip varmıştı. Kufe’nin “Seyyid ul’Kurra” yani Kuran okuyanların efendisi, lakabıyla tanınan meşhur Kuran hocası savaş meydanına çıktı. İmam Ali (a), İmam Hasan (a) ve İmam Hüseyin’in (a) yanı başında geçirdiği ömür defterini şehadetle kapatacaktı.

Bureyr savaş meydanında Reziy bin Munkiz diye bir Yezidî ile savaşıyordu. Onu yere vurunca Reziy adamlarından yardım istedi.

Kaab bin Cabir isminde bir melun Bureyr’e doğru saldırdı. Bu arada Yezid ordusundan biri Bureyr’i tanıdı ve “O Bureyr’dir, bize Kufe mescidinde Kuran öğretirdi” diye bağırdıysa da Kaab dinlemedi ve mızrak darbeleriyle Bureyr’i şehid etti.

Kaab Kufe’ye döndüğünde eşi şöyle demişti: Hz. Fatıma’nın oğlunun düşmanlarıyla birlik olup Kuran okuyucularının efendisini öldürdün. Allah’a yemin olsun artık bir tek kelime konuşmam seninle!

Abis bin Ebi Şebib

Kufe’nin ileri gelen ve tanınmış şahsiyetlerindendi. Özellikle hitabetiyle tanınıyordu. İbadete düşkündü. İmam Hüseyin’in yanında yer aldığı gibi babası İmam Ali’nin de yanında yer almıştı. Muaviye’ye karşı Sıffin savaşında bulunmuş alnından yaralanmıştı. Kerbela’da o yaranın izi hala alnında bir iftihar mührü olarak duruyordu.

Abis, İmam Hüseyin’in çoğu askerleri şehit olduktan sonra yanında gelen kölesi Şuzeb’e dönerek, ne yapmak istiyorsun diye sordu. Şuzeb, seninle birlikte Allah Rasulü’nün oğlunu savunacağım diye cevap verdi. Abis şöyle dedi: “Sana da bu yakışır, eğer bugün senden daha kıymetli azizlerim olsa onları da meydana gönderirdim…”

Kölesi şehit olduktan sonra İmam’ın huzuruna varıp: “Ya Eba Ebdillah (İmam’ın künyesi) Allah’a and olsun, yer yüzünün uzak veya yakınında bana sizden daha aziz ve sevgili biri yoktur. Eğer sizden bu zulümleri uzaklaştırmak için canımdan ve kanımdan daha değerli bir şeyim olsa kesinlikle verirdim…”(49) Rabi bin Temim, Kerbela’da Ömer Saad’ın ordusunda bulunanlardan biriydi. Abis’in Kerbela’daki cengaverliğini şöyle anlatıyor:

Ben Abis’in savaş meydanına doğru geldiğini görünce tanıdım, onun nasıl bir savaşçı olduğunu görmüştüm. Onun cesur savaşçılardan biri olduğunu biliyordum. Yanımdakilere “Bu adam aslanların aslanıdır, Şebib’in oğludur onun karşısına sakın çıkmayasınız” dedim. Bu arada Abis sürekli haykırıyor ve karşısına çıkacak savaşçı istiyordu. Kimse önüne çıkmaya cesaret edemeyince üzerindeki zırhı çıkardı, miğferini de başından attı ve Kufe ordusuna saldırdı. Öyle oldu ki ordudakiler birbirine karıştı. Ömer Saad’ın emriyle ona taş atmaya başladı herkes…

Evet nihayet Abis’i çevreleyip şehit ettiler ve başını bedeninden ayırdılar. Başı elden ele dolaşırken, bazı askerler, onu ben öldürdüm, iddiasıyla birbiriyle tartışıyorlardı. Sonunda Ömer Saad, “Tartışmayın, zaten onu bir tek kişi öldürmüş olamaz.” deyip tartışmayı bitirdi.(50)

Son Dostlar da Toprağa Düşüyor

Daha önce de belirttiğimiz gibi ashabın çoğu öğle namazından önce şehit edilmişlerdi. Öğle namazından sonra şehit olup da hikayesini anlatmadığımız kahramanlar, Ebu Sümame Saidi, Şuzeb, Haccac bin Masruk, Beşir bin Amr, Zerğame bin Malik ve Seyf bin Malik idiler.

Her biri bilerek isteyerek, hatta çok zor engelleri aşarak Kerbela’ya gelmişlerdi. Örneğin Zerğame bin Malik yakalanmadan Kerbela’ya gelmek için Yezid’in askerlerinin elbiselerini giyinip onlardan biri gibi gelebilmişti.

Ashabının ısrarı olmasa hiç kuşkusuz İmam Hüseyin (a) ilk olarak kendi evladını savaş meydanına gönderecekti. Bu meydanda herkesin şehit olacağını İmam da ashabı da biliyorlardı. Ne var ki İmam Hüseyin’in vefalı dostları için onlar yaşıyorken Peygamber sülalesine zarar gelmemesi çok önemliydi. Bu yüzden ısrarla önce kendileri gitmek istediler, İmam Hüseyin (a) de onların bu dileğine muhalefet etmedi.

Hz. Ali Ekber Cenk Meydanında

Bütün ashabı şehit olunca İmam Hüseyin (a) ilk olarak kendi reşit oğlu Ali Ekber’i savaş meydanına gönderdi. Üstelik başkalarına yaptığı gibi oyalamadı, hiç gitme demedi. Ali Ekber, İmam’ın kendi öz canından kopan, yüreğinin parçasıydı öz evladıydı. Ali Ekber’i gönderirken İsmail’ini kurbanlığa gönderiyordu. İbrahimce yürekten, candan, can parçasını sunarak…

Sadece Ali Ekber mi? Kerbela’da toprağa düşen her şehit aslında İmam Hüseyin’in kurbanı idi. Hepsini canı gibi seviyor, her şehidin başının üstüne koşuyor, dua ediyor ve gönlüne huzur aşılayarak Kevser havuzunun başına uğurluyordu.

Evet kılıçlarını çekip, Ey Ali Kızı Zeynep, biz varken için rahat olsun, kimse senin kardeşlerine dokunamaz diyen vefalı yaran artık yoktular. Her biri toprağa düşmüş, muradına ermişti ama hepsinin de gözü arkadaydı. Kendilerinden sonra ne olacaktı endişesiyle gitmişlerdi.

Haksız bir endişe değildi tabi onlarınki. Onlardan sonra öyle bir kıyamet kopacak öyle bir musibet gelecekti ki ebede kadar müminlerin gözyaşı dinmeyecek yürek yarası iyileşmeyecekti.

En büyük tasası “Peygamber’in önünde ailesini korumada mahcup olmamak” olanların artık verecek bir başka canı yoktu. Onlar kendileri yaşadığı sürece Peygamber evladına bir ok, bir mızrak değmesine izin vermediler. Namaz kılan İmam Hüseyin’i son çare göğüslerini siper ederek korudular.

Şimdi her biri kuru toraklar üzerinde yatıyorlardı. Sıra Peygamber ailesinin yiğitlerine gelmişti. Şimdi İmam Hüseyin’i canla başla koruma, ona gelen her oka mızrağa göğüs siper etme sırası Ali Ekber’de, Kasım’da, Abbas’da, Abdullah’ta… idi.

İmam Hüseyin’in yeğenleri, amca çocukları ve evlatlarından oluşan Beni Haşim gençlerinin ortak özelliği daha çok genç yaşta olmaları idi. Biraz da bu yüzden olacak ki İmam’ın vefalı dostları onları hep arkada tutmuş canları bedende oldukça kılıçların mızrakların önüne sürmemişlerdi.

Ali Ekber babasından meydana çıkma izni alıp giderken babası ardından duygulu gözlerle baktı. Boylu poslu bu Peygamber torununun dedesi Rasulullah’a benzerliğini dile getirerek şöyle buyurdu: “Allahım, sen şahit ol, bu topluluğun karşısına öyle bir genç çıktı ki yaratılışında, ahlakında ve konuşmasında insanlar arasında Peygamberine en çok benzeyendir. Öyle ki Peygamberi özlediğimizde ona bakardık.”(51)

Hz. Ali Ekber meydanda bir müddet savaştıktan sonra babasının huzuruna döndü. Babasına, “Babacığım, susuzluk beni öldürüyor ve silahların zırhların ağırlığı beni çok yoruyor, bir içimlik su yok mudur?” diye durumunu arz etti. İmam, genç oğlunun hali yüreğini yakıyor haldeyken şöyle buyurdu:

“Git biraz daha savaş yavrum, tez zamanda ceddin Resulullah’a kavuşacaksın, sana kendisi en güzel sudan içirecek ve bir daha asla susamayacaksın.”(52)

Döndüğünde recez(53) okuyordu Ali Ekber:

Ben Ali oğlu Hüseyin’in oğlu Ali’yim! Kabe’ye yemin ki bizler Peygamber’e en yakınız!

Savaşmaya devam ederken, Murre bin Munkiz isminde bir melun, Ali Ekber’in mübarek kafasına bir kılıç darbesi vurdu. Ardından başkaları saldırdılar. Son anlarında babasına şöyle sesleniyordu: “Selam sana ey babam! İşte ceddim Rasulullah elinde su kâsesiyle bana su veriyor ve çabuk bize kavuş diyor.”(54)

İmam Hüseyin (a) koşup oğlunun başına geldi. “Allah seni öldürenleri öldürsün…“ dedi ve akabinde müminlerin daima yüreğini sızlatan şu cümleyi kurdu: “Senden sonra bu dünyanın başına küller olsun oğlum!”(55)

Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden İbnü’l Cevzi’nin aktardığı rivayete göre İmam Hüseyin (a) oğlunun kanlarıyla avucunu doldurup göğe serpti ve o kanlardan bir tek damla yere düşmedi.(56) Ali Ekber’in mübarek cenazesi çok fazla yaralanmış, adeta parça parça olmuştu. İmam Hüseyin (a) ordusundan geri kalan Beni Haşim gençleri gelip cenazeyi bir parçanın içine koyup çadırlara götürmüşlerdi.

O arada Ehlibeyt kadınlarının kalbinde kopan kıyameti, uzaktan meydanı seyreden Hz. Zeyneb’in halini varın siz düşünün. Kadınlar feryat figanlarla Ali Ekber’in cenazesini karşılamışlardı. İmam Hüseyin (a) de adeta yıkılmıştı. Kardeşi Hz. Abbas gelip koluna girip abisini çadırlara geri götürdü.

Bu musibet ve keder denizinde çok acılar yaşandı ama gencecik Ali Ekber’in acısı Peygamber ailesinin yüreğini bir başka sızlatmıştı.

Oğlunun acısı İmam Hüseyin’in kendi ailesinden yaşadığı ilk acı idi ama son değildi. Daha kardeşleri bir bir şehit olacaklardı, delikanlı yeğeni Kasım, küçük yeğeni Abdullah, minik yavrusu Ali Asgar…

İmam Hüseyin’in Kardeşleri

Hz. Ali Ekber’den sonra İmam Hüseyin’in kardeşlerinden 21 yaşındaki Osman(57), 25 yaşındaki Abdullah, 15-16 yaşındaki Ebubekir,(58) 21 yaşındaki Cafer, 36 yaşındaki Muhammed ve genç yaştaki Ömer(59) birer birer savaş meydanına gidip şehit oldular.

İsimlerini birkaç satırda saydığımız bu azizlerin her birinin acısı Hz. İmam Hüseyin (a), Kardeşi Ebulfazl Abbas ve bacısı Hz. Zeyneb’in yüreğine apayrı bir kor ateş düşürmüştü.

İmam Hüseyin’in hala iki büyük dayanağı vardı. Hanımları ve aileyi çekip çeviren, kadınları kızları emanet ettiği aziz bacısı Hz. Zeynep ve İslam bayrağını yere düşürmeyen sancaktarı Alemdar-ı Kerbela diye andığımız Hz. Ebulfazl Abbas.

İmam Hasan Yadigarı Kasım

İmam Hasan’ın yadigarı Hz. Kasım daha çok gençti öyle ki savaş elbiseleri üzerine tam oturmuyor, kılıcı eğri duruyordu. Amcası meydana çıkması için izin vermek istemiyordu, ısrar edince de sustu; git de demedi mani de olmadı.

Ay parçası gibi bir gencin savaş meydanına çıktığını gördüler. Kahramanca savaştı, İbn-i Fuzeyl Ezdi isminde bir melunun Kasım’ın başına bir kılıç darbesi indirdiği görüldü. Kasım başından aldığı darbeyle düştü ve “Amcam..” diye feryat etti.

Olayı görüp anlatanların tabiriyle İmam Hüseyin (a) bir şahin gibi meydana indi ve büyük bir öfkeyle İbn-i Fuzeyl’e bir kılıç darbesi indirdi, İbn-i Fuzeyl eliyle karşılayınca kolu kesildi. Derken Yezid ordusundan kalabalık bir grup onu kurtarmak için geldiler ama kurtarmak yerine arbedede ayak altına alıp ezdiler ve Kasım’ın katili oracıkta öldü.

Kasım’ın ardından da daha küçük kardeşi olan Ebubekir bin Hasan atılan bir okla şehit edilmiştir. İmam Hasan’ın daha çocuk yaştaki bir diğer oğlu olan Abdullah ise daha sonra aktaracağımız üzere İmam Hüseyin (a) savaş meydanında iken dayanamayıp kendince amcasının yardımına koşarken şehit edilmiştir.

İmam Hüseyin (a), Kasım’ın katillerine lanet okudu ve “Yavrum amcan için ne kadar zordur ki seslediğinde imdadına gelemez gelse de yapabileceği bir şey yoktur! Bugün amcanın düşmanları çok ama yardımcıları pek azdır.” buyurdu. Ardından da Kasım’ın cenazesini getirip oğlu Ali Ekber’in cenazesinin yanı başına uzattılar.(60)

Hz. Cafer-i Tayyar’ın Torunları

Peygamberimizin kıymetli sahabisi ve amcaoğlu Hz. Cafer-i Tayyar’ın oğlu olan Abdullah, İmam Ali’nin kızı Hz. Zeynep ile evli idi. Böylece İmam Hüseyin’in hem amcaoğlu hem de eniştesi oluyordu. Abdullah İki oğlu Avn ve Muhammed’e bir mektup verip İmam Hüseyin’e doğru göndermişti. Mektubunda İmam Hüseyin’den Kufe yolundan geri dönmesini kendisi için Yezid ve Ümeyyeoğulları’ndan can güvencesi alacağını yazmıştı. Ayrıca çocuklarına İmam Hüseyin (a) dönerse onunla birlikte dönmelerini, dönmezse ondan ayrılmamalarını tembihlemişti. İmam Hüseyin (a) geri dönme teklifini kabul etmemiş yoluna devam etmişti.

Abdullah Hz. İmam Ali’nin kızı Hz. Zeynep ile evliydi ancak Kerbela’ya gelen bu iki oğlunun yani Avn ve Muhammed’in Hz. Zeynep’ten mi yoksa başka eşinden mi dünyaya geldiği konusunda tarihçiler arasında görüş ayrılığı bulunuyor. Yani bu iki şehidin İmam Hüseyin’in öz yeğenleri olup olmadığı ihtilaf konusudur.

Neticede bu iki kardeş İmam Hüseyin’den ayrılmayıp şehadet şerbetini içmeyi tercih etmişlerdi. Önce Muhammed meydana çıkıp recezler okur halde çarpışarak şehit oldu ardından da kardeşi Avn cesurca savaşıp birçok münafığı yere serdikten sonra şehit oldu. Babaları Abdullah, daima oğullarıyla övünür ve keşke ben de Kerbela’da olsaydım da evlatlarım gibi İmam Hüseyin’in yanında şehit olsaydım diyordu.

Müslim Bin Akil’in Ailesi

İmam Hüseyin’in daha önceden Kufe’ye elçi olarak gönderdiği Müslim bin Akil’in Kerbela’da bulunan akrabaları da şehit oldular. Daha önce de geçtiği üzere İmam Hüseyin (a) onlara “Müslim’in ölümü size yeter çıkıp gidin” dediği halde onlar İmam’ı savunmak üzere şehadete talip oldular.

Müslim’in kardeşleri Abdullah, Abdurrahman ve Cafer Kerbela’da İslam ve Kuran uğruna Peygamber hanedanını savunurken şehit oldular. Yine Müslim’in yeğeni Muhammed daha ergenlik çağına girmemişti ki çadırlar yağmalanırken Yezid’in askerleri tarafından şehit edildi.

Bazı kaynaklar Müslim’in bir oğlunun da Kerbela’da şehit olduğundan bahsetse de tarihçiler, Müslim’in çok genç yaşta şehit edildiği gerçeğine bakarak bunu zor bir ihtimal olarak değerlendiriyorlar.

Alemdar-ı Kerbela Ebulfazl Abbas

İmam Hüseyin’in orduya sancaktar seçtiği kardeşi Ebulfazl Abbas Kerbela destanının en önemli isimlerinden biridir. Kerbela’yı bilen herkes İmam Hüseyin’den sonra en çok onun vefası, şecaati ve mazlumca şehit edilişinden etkilenir.

O, Kerbela’nın sancaktarı olmakla beraber Fırat’tan su getirdiği için Sakka-ı Kerbela unvanına da sahiptir.

Hz. Abbas İmam Hüseyin’e karşı o kadar sadakatli o kadar saygılı idi ki O’na bir kardeş gibi değil efendisi ve İmam’ı olarak özel bir hürmet gösteriyor “Seyyidi” yani efendim diye hitap ediyordu. Çok güzel, berrak ve açık bir yüzü vardı. Bu yüzden kendisine “Kamer-i Beni Haşim” yani Beni Haşim ailesinin ay yüzlüsü lakabı verilmişti.(61) Aynı zamanda çok heybetli bir vücuda sahipti; uzun kolları ve uzun bacaklarıyla başkalarından seçilirdi. Ata bindiğinde ayaklarının yere değdiği aktarılmıştır.

Hz. Abbas daha su yeni yasaklandığında İmam Hüseyin’in emriyle yanına bir grup savaşçıyı da alıp Fırat’a gitmiş savaşıp çarpışmak pahasına su tulumlarını doldurup getirmişti.

Bu defa abisi İmam Hüseyin’den başka kimse kalmamıştı ve tekrar su için tek başına Fırat’a gitmeye karar verdi. Su tulumlarını kuşandı ve atını Fırat’a doğru hızla sürdü. Şehit olmadan önce abisine bir yudum su getirmek, çadırlarda susuzluktan iyice tükenen çocuklara su ulaştırmak onun için büyük bir mutluluk olacaktı. Ömer Saad’ın Fırat kıyısına yığdığı askerleri yarıp geçerek Fırat’a varmayı başardı. Kendisi de günlerdir susuzdu. Nehre varmışken doyunca su içebilirdi. Bunun kimseye bir zararı olmazdı. Hatta su içmek niyetiyle avuçlarını da doldurdu. Aniden İmam Hüseyin’in susuzluktan kurumuş dudakları gözlerinin önüne geldi. Ne dinde ne örfte nehir kıyısında su içmek haram değildi ama Abbas’ın gayret, hamiyet ve vefa meramında İmam Hüseyin (a) ve yavruları susuzken su içmek yoktu.

İçmek istediği suyu geri döktü, içmedi, içemedi, gönlü el vermedi…(62)

Doldurduğu su tulumlarını alıp alelacele susuz gittiği Fırat’tan yine susuz dönmek üzere çıktı. Ne var ki namertliği kendine din iman edinmiş olanlar onu engellemek için kararlıydılar. Fırat kıyısına yakın hurma ağaçlarının arasından geçerken Hz. Abbas’a saldırdılar. Hem savaşıyor hem de hızla kendini çadırlara atmaya çalışıyordu.

Bir hurma ağacının arkasından çıkan Zeyd bin Verka isimli melun sağ koluna güçlü bir kılıç darbesi indirerek Hz. Abbas’ın sağ kolunu kesti. Kılıcı sol eline alıp savaşmaya devam etti. Şöyle feryat ediyordu:

“Sağ kolumu kesseniz de vallahi dinimi ve imamımı savunmaya
devam ederim…”(63)

Derken Hekim bin Tufeyl adında bir başka namert aynı şeklide Hz. Abbas’ın sol koluna bir kılıç indirdi. Bununla da yetinmeyip alnına uzun bir demirle bir başka darbe vurdu. Hz. Abbas atından yere düştü. Çadırlardan uzaktaydı. İmam Hüseyin (a) başının üstüne geldi. Kardeşi ve en büyük hamisini bu halde görünce ağladı ve şöyle buyurdu:

“İşte şimdi belim kırıldı, çarem tükendi!”(64) Şimdi Hz. Abbas’ın cenazesini çadırlara kim getirecekti? Hem Hz. Abbas’ın su getirmesini bekleyen çocuklar onun kolsuz bedenini görmeye dayanabilecek miydi?

Susuzluktan, korku ve dehşetten adeta can çekişme noktasına gelen yavrular, Peygamber torunları Hz. Abbas’ı elinde sancakla gördükleri sürece onun heybetli varlığından teselli alıyor, kalpleri bir nebze olsun güç kuvvet kazanıyordu. Onun daha önce de su getirdiğini, çadırlara su dağıttığını hatırlıyorlardı. Şimdi o da Fırat’ın bir kolu olan Alkeme nehrinin yakınlarında toprağa düşmüştü.

Artık İmam Hüseyin (a) ordusunun heybeti yıkılmış, İmam Hüseyin’in kendi ifadesiyle çaresi tükenmişti.

Peygamber hanedanı İmam Hüseyin’i hiç görmedikleri yalnızlıkta görüyor, onun yalnızlığı içlerini kanatıyordu.

Hz. Abbas’ın korktuğu, düşünmek bile istemediği şey gerçek olmuştu. Peygamberimizin biricik kızı Hz. Fatıma’nın oğlu İmam Hüseyin (a) bela çölünde yalnız kalmıştı, yapayalnız!


32- Taberi Tarihi c. 5 s. 429-430

33- Taberi Tarihi c. 5 s. 436

34- Ahzab 23

35- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf, s. 133

36- İlk toplu savaşlarda ölenlerin sayısı ve kimliği konusunda tarih kaynaklarında
farklılıklar bulunuyor.

37- Tarih-i Taberi, c. 5 s. 446

38- Ravzat uş’Şüheda s. 298; Nasih ut’Tevarih c. 2 s. 277

39- Harezmi, Maktel’ul Huseyn, c. 2 s. 28. Bazı kaynaklar bu şiiri Mecma’ın oğlunun
söylediğini aktarmışlardır.

40- Abdullah Mamkani, Tenkih ul’Mekal fi İlm ir’Rical, c. 9 s. 327

41- Vaiz Kaşifi, Ravzat uş’Şuheda c. 1 s. 290

42- Vahab, eşi ve annesi ile ilgili tarihi kayıtlarda ciddi bir karmaşa söz konusu
olduğunu belirtmek isteriz.

43- Maun: 4 ila 7. ayetler.

44- İmam Cafer Sadık’tan rivayet edilmiştir. Mecema ul’Beyan, c. 8 s. 447

45- Kummi, Nefes ul’Mehmum, s. 124

46- Harezmi, Maktel ul’Hüseyn, c. 2 s. 17

47- Taberi Tarihi c. 5 s. 441

48- Kummi, Nefes ul’Mehmum s. 124

49- Taberi Tarihi, c. 5 s. 444; İbn-i Kesir, el-Bidaye ve en’Nihaye, c. 8 s. 185

50- Taberi Tarihi, c. 5 s. 444; Harezmi, Maktel ul’Hüseyn; c. 2 s. 22-23

51- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 139; Harezmi, Maktel ul’Huseyn, c. 2 s. 34

52- Harezmi, Maktel ul’Huseyn, c. 2 s. 35

53- Savaşta okunan hamasi şiirlere verilen isim.

54- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 113

55- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 114

56- İbn’ül Cevzi, El-Muntazam c. 5 s. 340

57- İmam Ali, meşhur sahabi Osman bin Maz’un’un hatırasına atfen oğluna bu ismi
vermişti.

58- Ebubekir künyesidir, ismi Abdullah veya Ubeydullah veya Muhammed-i Asgar
diye nakledilmiştir.

59- Bazı tarihçiler Ömer’in Kerbela’da bulunmadığı görüşünü savunmuşlardır, aynı
tereddüt Ebubekir için de söz konusudur.

60- Seyyid ibn-i Tavus, Luhuf s. 68-69

61- Kelbasi, Hasais-i Abbasiye, s. 107

62- Tureyhi, El-Muntehab, s. 307

63- Kelbasi, Hasais-i Abbasiye, s. 187

64- Harezmi, Maktel ul’Huseyn c. 2 s. 34